9 Ekim 2017 Pazartesi

Herşeyin Başlangıcı - Geçiş



"İşte tamda anlatmak istediğim buydu. Dişlerinizi sızlatan ve insan olduğunuza lanet ettiren bu derin acı. Profesör olmasına rağmen gazetelerde üçüncü sayfa haberi ve televizyonda bir dakikalık bir sunum ile gönderilecekti o geri dönüşü olmayan yolculuğuna. Oysa gözlerimin önünde an an yere doğru düşerken başından aldığı kurşuna nasıl karşı koyabilirdi bedenim? Bedenimi geçtim bu korkak ruh ile bu küf kokan dolaba saklanmaktan başka ne yapabilirim ki? Sahi kimdi babamı öldüren katil? Neden öldürmüştü? Beni neden yalnızlığın derin kuyusunda yapayalnız bırakabilmişti? Bu gücü ona kim vermişti ki... İşte bu noktadan sonra inancımı ve sevgimi kaybetmeye başlamıştım. Dişlerimin titreme sesini duymasın diye çenemi öyle bir sıkmıştım ki ağrıyı bir kalp atışı gibi beynimde hissedebiliyordum. Korkuyordum ve içten içe istemsizce yalvarıyordum yalnızlığıma; Çabuk geç ne olursun çabuk!"


- 3 Yıl Önce -


Babası bir anda ortadan kaybolmuştu. Oysa buraya kadar beraber gelmişlerdi. "Acaba lavaboya mı gitti?" diye düşündü. Önce büyük bir holden geçip holden daha geniş bir salona girdiler. Salonun devasa pencereleri hemen dikkat çekiyordu. Güneşin yansımaları çekilmeye başlamış ve gökyüzü bir gül yaprağı gibi kızarmıştı. Dışarıdan büyük bir kubbeye benzeyen bu yapının içinde bu denli büyük bir salon olacağını düşünmemişti. Salonun her yanında mumu andıran küçük aydınlatmalar ve tam ortada da devasa bir avize duruyordu. Sıra sıra dizilmiş koltukların kırmızı rengi ne kadar hoş görünmese de annesinin çekiştirmesiyle onlardan birine oturmak zorunda kalmıştı. Çok fazla ışık vardı etrafta. Avizenin parıltısı gözlerini alıyordu küçük Barış'ın. Oturmaya çalıştığı koltukta rahat edememişti. Önünde oturan adam öyle büyüktü ki adamın sırtından sahneyi göremiyordu. Korkuyordu, tüm salon kocaman adamlar ve kadınlar ile dolmuş ve sürekli o koca elleriyle alkış tutuyorlardı. Mikrofonda sesi kaba bir adam konuşuyor ve sürekli birilerinin adını söylüyordu. Küçük Barış henüz 12 yaşındaydı. Annesinin heyecandan terleyen elleri sıcacıktı ve farkında olmadan sıkıyordu ellerini çocuğun. "Anne acıyor!" Bir anda irkilmişti kadın, heyecandan çocuğun ellerini çok fazla sıktığını anlamıştı. Ellerini bırakıp eğilerek alnından öptü. "Özür dilerim anneciğim farkında değildim. Hala acıyor mu?" diye sordu. Annesini korkuttuğunu hisseden barış tebessüm ederek "Hayır şimdi acımıyor ama bende görmek istiyorum" dedi. Elini annesinin bırakmasının ardından bir anda ayağa kalkarak koltukların arasından merdivenlere geçti. Karşısında salondaki ışıkların rengarenk kullanıldığı gösterişli bir sahne ve devasa bir ekran vardı. Gözü sahnenin kenarında duran babasına ilişti. Birden babasına doğru koşmaya başladı. Merdivenler sandığından daha kısaydı. Sahneye doğru koşan çocuğu fark eden sunucu programın aksayacağından endişeli bir şekilde konuşmasını durdurdu ve esprili bir dille sahneye doğru koşan Barış'ı işaret ederek "Galiba bu yıl ki Dünya Fizyoloji ve Tıp ödülünü genç arkadaşımız kimseye vermeyecek!" dedi. Bakışlar birden ona dönmüştü, bakışlara aldırmadan sahneye koşmaya devam etti ve merdivenlerde sendeledi. Sonra hemen toparlanıp sahneye çıktı "Babacığım!" dedikten sonra babasının kucağına atladı. Durumun farkına varan sunucu, "O zaman hiç bekletmeden bu yılki Dünya Fizyoloji ve Tıp ödülünün sahibini yakışıklı oğluyla beraber sizlere takdim ediyor ve kürsüye davet ediyorum! Prof. Dr. Sör Peter Burnet!." Bu anonstan sonra salon birden ayağa kalkmış ve alkışlamaya başlamıştı. Profesör, yanağına bir öpücük kondurdu ve usulca yere indirdi küçük Barış'ı. Elinden tutarak kürsüye yöneldi. Heyecandan alnında boncuk boncuk terler oluşmuştu. Gözlerinin ışıltısı çok mutlu olduğunu ayan beyan ortaya seriyordu. Mikrofonu teslim alan Sör Burnet oğluna bakıp gülümsedi ve konuşmaya başladı. "Yaşamak yani fizyolojik olarak yaşamak sadece bedenimizin işlevlerini doğru yerine getirmesiyle alakalı bir durumdur. Buna nazaran 'Canlı' olmak ise hissetmekle alakalı bir lütuftur. Sizlere hayatta en canlı olduğum iki anı söylemek istiyorum. İlki tek ve yegane olan ve huzurunuzda bulunan oğlum Barış'ın doğduğu andı." Eğildi, kucağına aldı ve bir öpücük kondurdu çocuğun alnına. "İkincisi ise bilimin ve siz değerli bilim insanlarının sayesinde bugün laik görüldüğüm Dünya Fizyoloji ve Tıp ödülünü aldığım andır. Siz değerli insanlara teşekkürü bi..." Bir anda koca bir gürültüyle irkildi salondaki herkes. Bir el silah sesi gelmişti. Salonun sağında bulunan camlardan bir tanesi bir anda tuzla buz olmuştu. Herkes şok olmuş durumda cama bakıyordu ki aradan 1 saniye bile geçmeden ikinci bir silah sesi duyuldu. Oturanlar çığlıklar atarak koltukların altına girmeye, sahnedeki görevliler yerlere yatmaya ve birazı da dışarı doğru kaçmaya başlamışlardı. Daha 5 saniye önce alkışlar kopan salona bir anda korku hakim olmuştu. Bir anda çocuğunu kolları arasına alıp, kendini ve çocuğu Barış'ı kürsü arkasında korumaya almıştı Dr. Burnet. "Baba gömleğin.." "Sessiz ol! Buradan derhal çıkmalıyız!" diye kesti çocuğun sözlerini. Barış başını kaldırdığında babasının bembeyaz olmuş yüzü ile karşılaştı. "Bak şimdi Barış, üçe kadar sayacağım ve birlikte şuraya doğru koşacağız. Tamam mı?" Korkudan sadece başını sallayarak onaylayabilmişti küçük çocuk. Kürsüyü aniden devirip koşmaya başladılar. Nihayet sahnenin arka tarafına geçmeyi başarabilmişlerdi. Korkarak "Baba, baba iyi misin? Gömleğin kanıyor, yoksa vuruldun mu?!" diye haykırdı küçük çocuk. Muhtemelen Barış'ın haykırmasını duymuş olacak ki, salondan bir çığlık yükseldi "Peter!" Saklandığı yerden başını hafif dışarı çıkarıp korkmuş eşinin ayağa kalktığını gören Dr. Burnet "Sakin yapma! Hemen geri saklan oraya ben iyiyim!" diye bağırdı. Kocasının sesi ile sakinleşen kadın hemen dediğini yaptı. Tekrar ateş edilme ihtimaline karşı tüm ışıklar kapatıldı ve devasa pencerelerin perdesi indirildi. Bir an önce salonun içi tahliye edilmiş ve yaralılar için ambulans çağırılmıştı. Kurşunun Dr. Burnet'in omzuna saplanmıştı. Hedefini bulmuş ama öldürmeye yetmemişti. Hatta öyleki kendi yarasını umursamayıp Barış için endişelenmişti. Barış hissetmemiş olsa da ilk atılan kurşun omzunu sıyırmıştı. Gelen ambulans tüm aileye müdahale etmişti. Barış'ın Annesi Meryem hanımda olanlardan sonra fenalık geçirmiş ve bayılmıştı. Dr. Burnet için büyük felaket en azından ölüm olmadan bitmişti. Peki öldürmek isteyen kimdi?

...

"Burada büyümesem de 5 yaşına kadar Türkiye'de geçirdiğim süreyi ne yazık ki hatırlamıyorum. Annem anılarında hep bahseder, büyüdüğü köyün zirvelerinde Göknar denilen yemyeşil ağaçlar varmış. O ağaçların altında ailecek piknik yaparlarmış. Çocuklar oyun oynamak için parkları değil sokakları kullanırmış. Evler koca koca apartmanlardan ibaret değilmiş. Maalesef burada öyle şeyler yok. Daha ben 5 yaşındayken babamın ani bir kararı ile Almanya'ya yerleşmişiz. Oturduğumuz apartmanda dairemiz arkadaşlarımın evlerine kıyasla büyük olmasına karşın, ne yazık ki odaların her yeri babamın kitaplarıyla doluydu. Fizyoloji ile ilgilense de her türlü kitap bulunurdu. Babam, gece yatarken ne kadar okumasını istemesem de zorla kitap okurdu başucumda. Hatta itiraf edeyim çabucak bitirsin diye hemen uyuma numarası yapardım. O yüzden masalların sadece ilk sayfalarını hatırlarım. Ben hiç okul okumadım. Babam her zaman eğitim sisteminin ne kadar yanlış olduğundan bahseder dururdu. Bu yüzden de 'Oğlum seni ben eğiteceğim.' derdi hep. Okuma yazmayı babamdan öğrendim. Annem bana Türkçeyi babam ise Almanca ve İngilizceyi öğretti. 12 yaşımda Arapça ve Farsçayı öğrendim. Yine onlarda babamın sayesinde, bana öğretmesi için tuttuğu öğretmenler tarafından oldu. Bugün ise hala Fransızca derslerime devam ediyorum. Babamın her zaman söylediği bir söz vardı. Her gece yatmadan önce hatırlamam gerektiğini söylerdi; 'Başarı çok çalışmak ve çok insan tanımak ile olur. Ne kadar çok insan tanırsan o kadar çok fikir elde edersin.' İşte bu sebepten her zaman yeni bir dil öğrenmeye ve insanlarla tanışmaya çalıştım. Her zaman babam gibi olmak istiyordum. Onun kadar saygı gören, onun kadar bilgili, onun kadar çalışkan ve düzenli. Bugün hayatım için bir çöküş günü olabilir. Belkide bir yükseliştir. Bu, ne kadar beyaz görünse de içine neyim var neyim yok alan mezarın başında her şeyin değiştiği bir gün olacak. Daha yeni derslerimizden ara verip kendimize tatil ilan etmiştik. Hayatımda ilk kez babamla bir lunaparka gitmiştim. Şimdi onun yerin altına konulmasına şahitlik ediyorum. O dünyanın en iyi fizyoloji profesörüydü. Onun şanını asla yere düşürmeyeceğim!"


Aradan 2 yıl geçmişti. Barış artık 17 yaşında hatrı sayılır bir bilim adamı olma yolunda ilerliyordu. Zilin bir kaç kez çalmasına aldırış etmeden yataktan çıkmamak için battaniyesini daha da kafasına çekmişti. Zil bir süre sonra durdu ve aradan 1 dakika geçince cep telefonu çalmaya başladı. Dünkü yoğun çalışmasından dolayı telefonunu sessize almayı unutmuştu ve yattığı odanın camını tıklatan bir ses duydu başını hafifçe battaniyeden çıkarıp cama doğru baktığında tül perdesinin altından telefonunun sesini duyan yardımcısı Melanie 'yi gördü. Artık evde olmadığını inandıramazdı. Kafasıyla kendisine bakan yardımcısına onaylarca bir işaret yaptı ve doğruldu. "Tamam, açıyorum kapıyı. Hadi gel." dedi. Melanie ön kapıya yöneldiğinde üzerini giyinip kapıyı açmıştı.


- Ne oldu bu saatte uyandıracak kadar önemli ki?

+ Ne demek ne oldu? Saat 15:42 Barış. Uyanman gerekiyor ve sana çok önemli bir haberi vermek için geldim.

- Önemli bir haber mi? Yoksa annem mi? Gören mi olmuş? Neredeymiş? Hadi hemen çıkalım!

+ Hayır, hayır bekle bekle özür dilerim ama annen değil. Özür dilerim biraz fazla heyecanlandığım için böyle davranıp anneni tamamen unuttum.
-Anladım... Önemi yok, senin hatan değil. Hala kendime gelemedim sanırım.
Küçük bir sessizlikten sonra gözleri büyüdü ve devam etti;

-Hadi geç içeri. Davet etmeyi unuttum.
+ Olur, hemde sana çay yaparım sen de bu sıradan, şu zarfa bakarsın.

diye cevapladı genç bayan.

Elindeki parlak beyaz olan zarfı Barış'a uzattı. Zarfın kapağı Dünya Bilim Adamları Derneği'nin amblemi olan mum mühür ile kapatılmıştı. Görünüşe bakılırsa önemli bir zarftı. Hala ayılamamış, ruhunu, bedenini, canlılığını babasından sonra bir türlü toplayamamış olsa ki zarfı aldı ve "Bakarız" dedi. Annesine takılıp kalmıştı aklı. Kanepeye otururken elindeki zarfı masanın üzerine attı. Gözü televizyonun altındaki sehpa üzerinde duran annesinin fotoğrafına ilişmişti. Upuzun ve hafif sarıya çalan saçları ile dünyanın en güzel gülen insanıydı. Fazla uzun değildi. "Sürekli su içmelisin oğlum. Su insanı değiştirir, güzelleştirir." derdi. Barış annesi ile anılarını düşündükçe yüzünde buruk bir gülümseme beliriyordu. Meryem hanım kocasının ilk suikaste uğradığı zamandan bu yana gün geçtikçe daha da çok endişeli hale gelmişti. Sürekli kocasını ve Barış'ı arıyor ve nasıl olduklarını soruyordu. O gün Dr. Burnet oğluyla beraber okula gittiğinde ikincil bir suikastle öldürülmüştü. O günden beri Barış annesini görmemişti. Polis hala arıyordu. Üzerinden iki yıl geçmiş, polis Barış'ı özel koruma programına altına almıştı.

+ Hey sana diyorum, parmaklarım yanıyor al artık şu çayı.

Barış annesini düşünürken Melanie'nin çayı hazırladığını ve getirdiğini farketmemişti. "Özür dilerim, bir şey mi söyledin? Dargınım da biraz..." diyebildi. Sonra çaya uzandı. Dumanı hala üzerinde ve kokusu insanı kendine getirmeye yeten bir çaydı. Dudağına götürdü. Bardaktaki sıcaklığı hissetti. Bir yudum içti ki bir anda sehpa üzerine bıraktı bardağı. Dilini haşlamıştı. Melanie biraz mahçup olmuştu. "Şey, hala daha üzerinde çalışıyorum. Bir gün sana çok güzel bir çay yapacağım. Fakat sende dikkatli içmelisin." dedi. Barış başını hafif kaldırdı, ayakta ona bakan Melanie'nin gözlerine bakarak hafif bir gülümseme aldı yüzünü. Annesine çok benzetiyordu. Uzun sarı saçları, normalden hafif zayıf vücudu ve yuvarlak bir suratı vardı. Ona her baktığında Melanie'nin yüzünü anlamsız bir gülümseme alıyordu. Birlikte büyümüşlerdi ve her oyunda mızıkçılık yapan hep Barış olmasına rağmen Melanie sürekli onu korur idare ederdi. "Teşekkür ederim çok güzel olmuş çay, dilimi yakmam benim hatam." dedi. Bardağı sehpadan alıp ağzına götürdü. Ne kadar acıtsa da hiç bir şey olmamış gibi içmeye devam etti. Melanie gülümseyerek yüzüne bakıyordu. Ne oldu dercesine kafasını salladı Barış. Melanie hala gülümseyerek bakıyordu. "Ne? Ne oldu?" dedi Barış dayanamayıp. "Nasıl ne oldu?" dedi heyecanlı bir ses tonuyla. Barış anlamamıştı. "Yüzümde bir şey mi var?" diye sordu. Yanaklarını şişiren Melanie keskin gözlerle oflayıp "Hayır yüzünde bir şey yok, cevabın ne diyorum!" dedi. Dalgın anımda sorduğu bir soruyu mu kaçırdım acaba diye düşündü kızacağını biliyordu ama bir yandan da Melanie kıyamazdı. Gülümseyerek sordu, "Ne cevabı? Soru mu sordun? Kaçırdım mı?" Kaşlarını çattı kız. Koltuğun üzerinde göz gezdirip sehpaya yöneldi. Oraya da göz attıktan sonra "Zarf nerde?" dedi. "Evet ya, zarf. Masanın üzerine bıraktım ama söylemiştim dalgınım biraz. Unutmuşum." elindeki bardağı sehpaya bıraktı ve kanepeden kalktı. Masada duran zarfı aldı. Üzerindeki mumu kıracaktı ki Melanie uyardı. "Dur bıçak getireyim. Şimdi sen kırayım derken her yere dökersin." Bu uyarıları annesi de çok fazla yapardı. "Peki anne." dedi alaycı bir tavırla. Melanie'nin getirdiği bıçağı aldı ve kenarından kesti. Zarfın içinden çok iyi hazırlanmış parlak bir kağıt çıkardı. Kenarları altın renginde şeritlerle süslenmişti. Üzerinde de Dünya Bilim Adamları Derneği'nin amblemi bulunuyordu. Okumaya başladı.

Tepkisizdi. İçini bir hüzün kaplamıştı. Bir yandan mektupta daveti yapılan ödül gecesini, bir yandan da babasının başına gelenleri düşünüyordu. Aklında sadece annesinin çığlık attığı an vardı. Öyle ki annesinin acısı hala içindeydi. Elindeki zarfı usulca sehpaya bıraktı. Gözlerinin içi kızarmıştı. Ağlamayı sevmiyordu bu yüzden kendini sıkıyordu. Tiz sesiyle "Ee ne düşünüyorsun?" dedi Melanie. Dudakları titreyerek "Bilmiyorum." diye cevap verdi Barış. Ne yapacaktı? Gidip babasının onurunu mu yüceltecek, yoksa kalıp hatıralarından mı kaçacaktı? Gözlerini kapattı, kısık bir ses tonuyla kendi kendine konuşmaya başladı. "Hayır, gidersen annen hâlâ ortada yokken sen eğlenmiş olacaksın!" "Ama eğlence değil bu, eğlenmek zorunda değilsin." "Bilim senin için bir miras değil mi?" "Annem bulunur mu acaba?" Gözleri fal taşı gibi büyüyen Melanie içinde bir korku hissetti. Barış hiç davranmadığı gibi davranıyordu. Tedirgin bir şekilde "Barış iyi misin?" diye sordu. İlk sorusunu cevapsız bırakması korkusunu daha da çoğaltmıştı. Soruyu biraz daha yüksek sesle çekinerek tekrarladı. "Barış iyi misin?"

1 yorum:

  1. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Son Yorumlar

Bize yaz

Ad

E-posta *

Mesaj *